10 Ekim 2014 Cuma

Ot olmayan ülkeye Angus ithal edilir mi?

http://yesilgazete.org/blog/2014/10/10/ot-olmayan-ulkeye-angus-ithal-edilir-mi-ali-ekber-yildirim/

Anadolu coğrafyasını ve tarımı anlatmak için “buğday ile koyun, gerisi oyun” sözü söylenir. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, son dönemlerde bu sözü sıkça tekrarlıyor. Bakan Eker, bu söze kendisini o kadar inandırmış ki, zaman zaman Anadolu’yu, “buğday ile koyun gerisi oyun” sözünü kavrayamamakla suçluyor.
Oysa, bu söz Anadolu tarımı için yapılan en büyük haksızlıklardan birisidir. Anadolu’nun tarımsal potansiyeli, kültürü buğday ve koyundan çok daha zengin ve köklüdür. Anadolu’nun ve ülkenin tarım potansiyelini yeterince bilmeyenler, anlamayanlar bu söze sığınıyor.
Sığınmakla kalmıyor uygulamalarda tam tersini yapıyor.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, kendi deyimi ile liseyi bitirdikten sonra Tarım Bakanlığı’na giriyor. Tam 24 yılda 14 hükümetle çalışıyor. Mesleği veteriner hekim. Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nden 1982 yılında mezun oluyor. Türkiye tarımını ama özellikle de hayvancılığı en iyi bilenlerden birisi.
Bakanlıktaki 20 yıllı aşkın bürokrat yaşamından sonra 2005 yılından bu yana tam 9 yıldır Bakanlık koltuğunda oturuyor. En uzun süre görev yapan bakan olarak tarihe geçti. Gerçekten kutlanacak bir başarı.
Aynı başarıyı ülke tarımına özellikle uzmanlık alanı olan hayvancılığa yansıttığını söyleyebilir miyiz?
Bu kadar uzun süre bürokrat ve bakan olarak görev yapan birisi olarak “Buğday ile koyun, gerisi oyun” sözünü farklı biçimlerde ve ortamlarda dile getirerek Anadolu’nun bu sözü kavrayamadığını, sadece kendi bakanlığı döneminde tarım ve hayvancılığın desteklendiğini, tüm yasaların kendi bakanlığı döneminde çıkarıldığını söylüyor. Hani neredeyse “AKP’den önce bu ülkede tarım bile yapılmıyordu” diyecek.
Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da yapılan Karpuz Festivali’nde HaberTürk Gazetesi Yazarı Abdurrahman Yıldırım dostumuza verdiği röportajda yine son dönemlerde sıkça söylediği bir sözü tekrarlıyor; “Coğrafyamız sığır yetiştiriciliğine uygun değil.”
Türkiye’nin 1925’ten bu yana kendi coğrafyasını görmezden geldiğine dikkat çeken Bakan Mehdi Eker; “Sığır yetiştiriciliği için yeterli otumuz, suyumuz yok. Yanlışlık burada” görüşünü dile getiriyor.
Elbette 30 yılı bulan deneyimleri ışığında böyle bir tespiti yapabilir. Bu, saygıdeğer bir görüştür. Ancak, “Coğrafyamız sığır yetiştiriciliğine uygun değil” diyen Bakan Mehdi Eker, bürokratlık dönemini bir yana bırakırsak bakanlık döneminde bu görüşünün aksini ispatlamaya çalışan bir hayvancılık politikası uyguladı. Bugün de uygulamaya devam ediyor.
Usta gazeteci Abdurrahman Yıldırım soruyor:
“Mevcut tabloyu değiştirmek için ne yaptınız?”
“Bir kere sığırcılıkta süt ve et sığırcılığını birbirinden ayırmayı ve verimi bu yolla hem sütte hem ette artırmayı hedefl edik. O çok eleştiri aldığımız Angusları getirdik.” yanıtını veriyor.
Hayvancılığı çok iyi bilen Mehdi Eker, Angus’un mera hayvanı olduğunu da mutlaka biliyordur. Milyarlarca dolar ödeyip Uruguay, Avustralya, Amerika ve diğer ülkelerden ithal ettiğimiz Angusların doğal ortamda,meralarda otla beslendiğini de bilir.
Madem yeterli otumuz yok, neden mera hayvanı olan yani ot isteyen Angusları ithal ediyoruz?
Ot olmayan ülkeye Angus ithal edilir mi?
Türkiye Angusları ithal edip ahıra kapatıyor ve fabrika yemi ile besliyor. Fabrika yeminin hammaddesi büyük oranda ithal. İthal hayvanı ithal yemle beslemek. Bu mudur ülkenin coğrafyasını tanımak, bilmek.
Abdurrahman Yıldırım soruyor:
“İnek yetiştiriciliği su ve bedava ot istediğine göre, acaba fazla yağmur alan Karadeniz Bölgesi›nde bu iş olmaz mı?”
Mehdi Bey’in yanıtı yine çok çarpıcı. “Orada da olmaz. Çünkü, inekler 4 ayaklı ve cüsselidir. Karadeniz’in eğimi yüksek arazisinde gezinemez ve otlayamazlar, yuvarlanırlar” diyor.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, daha önce Doğu ve Güneydoğu’da başlatılan ve hayvancılık yatırımlarına yüzde 80’e varan hibe desteği kapsamına bu yıl Karadeniz Bölgesi’ni de dahil ettiğini biliyor musunuz? Karadeniz Bölgesi’nde besicilik yatırımı yapanlara devlet yüzde 80’e varan oranda hibe desteği sağlıyor. Şu sıralar bunun için başvurular alınıyor.
Bakan Mehdi Eker, “Karadeniz Bölgesi hayvancılığa uygun değil, inekler 4 ayaklı olduğu için gezinemez, yuvarlanır” diyor. Bakanlık bu bölgede hayvancılığa yüzde 80 oranında hibe desteği veriyor. Buraya alınacak hayvanlar 4 ayaklı olmayacak mı?
Liseyi bitirdikten sonra Tarım Bakanlığı’na giren ve 9 yıldır da bakanlık koltuğunda oturan Veteriner Hekim Mehdi Bey, şu sorulara da yanıt verebilir mi?
Ot olmayan ülkeye Angus ithal edilir mi?
“Hayvancılık olmaz” dediğiniz Karadeniz Bölgesi’ne yüzde 80 oranında hibe desteği verilir mi?
Bakanlığınız döneminde ne kadar mera alanı amaç dışı kullanıma açıldı?
En son çıkarılan torba yasa ile mera alanları imara açıldı mı?
Bu uygulamalar sadece coğrafyaya değil akla,mantığa da aykırı değil mi?
Bu sütunda paylaşmak üzere yanıtlarınızı bekliyoruz.
Sadullah Usumi’yi özlemle anıyoruz 
Ustamız Sadullah Usumi 12 yıl önce yaşama veda etti. Ölümünden önce Cumhuriyet Gazetesi’nde “Çiftçi Dostu” köşesindeki tarım yazıları ile Anadolu’yu, çiftçilerin, üretenlerin, emekçilerin yolunu aydınlatıyordu. O’nun aydınlığında tarımın bugün daha çok mücadeleye, daha çok üretmeye ihtiyacı var. Saygı ve özlemle anıyoruz.

28 Mart 2014 Cuma

"Tatava Yapmak ya da Yapmamak, İşte Bütün Mesele Bu!" ...mu?

Bildiğiniz üzere bugünlerde çok popüler bir tartışma yaşanıyor, "tatava yapma", yani oylarını AKP'nin gücünü kırmak için, bölgendeki en güçlü ikinci partiye ver. Bu kampanya özellikle İstanbul seçmeni için açılmış durumda, ve bu haliyle oyların verilmesi istenen parti de CHP... 

Etrafımdaki bir kısım insan HDP ile CHP arasında bölünmüş durumda, sinir krizi geçiriyorlar. 

Oyumuzu kime verelim? Özellikle Gezi'deki duruşu sebebiyle insanların kalplerini fethetmiş Sırrı Süreyya'ya mı, yoksa Kadir Topbaş'ı alaşağı edecek kadar güçlü, ama bir o kadar da sevimsiz, Mustafa Sarıgül'e mi?

Kadir Topbaş ile Mustafa Sarıgül'ün arasında yaklaşık 200 bin seçmenlik bir fark olduğu söyleniyor. 

Şimdi:

Bu kampanyanın muhattabı, 2007 seçimlerinde Baskın Oran'a oy atanlar olsa gerek. Baskın Oran 2011'de 2. bölgeden aday olmuş, yaklaşık 2.4 milyon seçmenden sadece 30 bin'inin oyunu almıştı. Şu an İstanbul toplam seçmeni 10 milyon. Bu durumda kabaca 120 bin kişiden bahsediyoruz... Az değil, seçim sonucunu değiştirebilir. 

Ama ucu ucuna... Ki gördüğüm kadarıyla, bu yüz yirmi binin hepsi de tatava yapmıyor. (Hadi fifti-fifti diyelim.) 

Neyse, bu tabloyu başlı başına değiştirebilecek parti HDP. Bir süre önce CHP'ye iş birliği teklif etmiş ve reddedilmişti. CHP açısından çok anlaşılmayacak bir tercih değildi. Parti kendi tabanının taleplerini yerine getirdi. Ulusalcı ve milliyetçi oyları alacak çizgisiyle çelişmedi. ("Cemaat"le, aynı hedefe kilitlenmeleri ise, tesadüf mü? Kapalı kapılar ardında konuştular mı, ne konuştular? Kılıçtaroğlu'nun ABD ziyareti, görünen sebeplerin altında başka amaçlar da taşıyor muydu? Bunları bilemiyorum, Gülen hareketinin ılımlı(?) İslamcılığı -geçen gün yurtlarında önce ders, sonra dinin geldiğiyle ilgili bir tanıklık okudum- ve PKK düşmanlığı şu gün için iki tarafı müttefik yapabilir, ama Gülen hareketinin yargı ve polis içindeki ağırlığını hiçbir siyasi partinin kabul etmemesi de gerekir -doğru düzgün delil olmadan açılan Ergenekon davaları, Ahmet Şık ve Nedim Şener'in tutuklanmalarını herkes hatırlıyor herhalde.) 

BDP/HDP'nin de bu işe çok üzüldüğü ya da hayal kırıklığına uğradığı da söylenemez. 30 yıllık kanlı bir mücadeleden sonra, güçlerinin farkındalar ve CHP'nin ulusalcı çizgisiyle paralel gitmek gibi bir dertleri de yok. 

CHP ile Kürt hareketinin problemli tarihinin yanında bence burada bir şey daha var, dikkat etmemiz gereken: CHP seçmeni, orta sınıftan,  BDP/HDP seçmeniyse bir alt sınıftan geliyor. AKP'nin BDP seçmeninin ikinci tercihi olması (ya da bazen tam tersi), bunu göz önüne alırsak daha iyi anlaşılabilir -bence laik olup, olmamak, ya da dine bağlılık meselesi de bu sınıfsal durumun bir tezahürü.

Peki ne yapacağız? Valla bir süre daha debelenip duracağız, kalp/sinir krizi geçireceğiz gibi duruyor. Ve eğer ki ulusalcılar ve Kürt'ler ortak bir paydada buluşamazlarsa, bu ülkenin işi çok zor. 

Ama oturup, birbirlerine taviz verdikleri, zoraki birliktelikten bahsetmiyorum. İki tarafın birbirine saygı duyduğu, evrensel ilkelerin işlediği bir birliktelikten bahsediyorum...

Bunu sağlayabilir miyiz, bu bir başka yazının konusu olsun. 

Ve hayır, AKP seçmenini unutmadım. Ama onlar da bir başka yazının konusu olsunlar.
     


17 Şubat 2014 Pazartesi

Bir-iki aydınlatıcı link.

http://www.demokrathaber.net/roportajlar/zaten-hukumet-yanlisi-yayin-yapiyoruz-h28516.html

http://birgun.net/haber/iktidar-yayin-akisini-dahi-belirliyordu-11249.html

3 Ocak 2014 Cuma

Bir Ahmet Şık Söyleşisi

http://www.haberartiturk.com/gundem/akp-cemaati-bitirecek-arsivi-ele-gecirdi-basbakanin-yerine-ilimli-bir-zalim-h9121.html

Cemaat’in hedefi olmuş bir gazeteci Ahmet Şık. Polis teşkilatı içerisindeki cemaatçi örgütlenmeye dair yazdığı kitap yüzünden aylarca hapis yattı. Şimdi de AKP-Cemaat kavgasına dair bir kitap hazırlıyor. Ahmet Şık, dershaneler üzerinden yürüyen AKP-Cemaat kavgasının arka planını BirGün’e anlattı.

»Dershanelerle birlikte AKP cemaat gerilimi arttı. Bir rant kavgası varmış gibi gözükmekle beraber daha derinlerde ne var?
Dershanelerin kapatılması üzerinden bugün yeniden kamusal alanda görünür olan AKP-Cemaat savaşını finansal bir rant kavgası olarak görmek doğru değil. Elbette içinde finansal rantın da olduğu ancak son kertede tamamıyla siyasi bir kavga bu. Adını doğru koymak gerekirse, bu yaşananlar devlete kimin sahip olacağı savaşı.

Devletin sadece görünen kısmına değil derinde yer alan yapısına yani kontrgerillaya da kimin sahip olacağı kavgası. Ancak AKP-Cemaat savaşını sadece bugüne bakarak yorumlamak da yanlış olur. Başlangıcı 1970’lerin sonuna dek uzanıyor. Ama Milli Görüş ile Gülen Cemaati arasındaki en büyük ilk kırılma bunlardan bağımsız olarak, bugünlerde de tartışma konusu olan 28 Şubat darbesinde yaşandı.

»Peki nasıl bir araya geldiler?


Günümüzün en önemli siyasal ve toplumsal iki güç odağının, 28 Şubat darbesi travmasından sonraki ilk yakınlaşması da AKP’yi iktidara taşıyan 2002 seçimleri öncesinde yaşandı. İçinden çıktığı Milli Görüş Hareketi’nin siyasal anlayışından kopmuş görüntüsü vermekle birlikte AKP aslında aynı siyasi geleneğin devamı olan ancak küreselleşme politikaları ekseninde neo-liberalizme uyum sağlayarak ehlileştirilen, bu sayede geleneksel sağ seçmeni de taraftarı haline getiren bir siyasal İslam modeliydi. Meşruiyetini sağlayacağı seçimlerde her bir oya ihtiyacı olan AKP ve siyaseti okuma becerisi ile iktidar koltuğuna oturacak her güç odağıyla kim olursa olsun yakın ilişki kurma “becerisine” sahip Gülen’in çıkarlarının kesişmesi dolayısıyla ikili sorunlu geçmişlerine “sünger” çekti. 

Bir cemaatler ve tarikatlar “konsorsiyumu” olarak iktidar olan AKP’nin ilk iktidar döneminde devlet rantının bölüşümünden Gülenciler de, tıpkı diğerleri gibi seçimlerde verdiği destek kadar faydalandı. Ancak bu hakkını, bürokrasideki örgütlenmede, özellikle stratejik önemi birkaç yıl içinde kendini gösterecek olan güvenlik ve yargı alanında kullandı. Cemaatin bu stratejik örgütlenmesi AKP’nin ikinci iktidar dönemi olan 2007 seçimlerinden sonra başlatılan ve Ergenekon süreci diye adlandırılan kimi siyasal davaların en önemli gücü oldu.

Aynı sosyal ve siyasal tabandan beslenen AKP ve Gülen Cemaati, sorunlu geçmişlerinin üzerine kalın bir çizgi çekip Türkiye’nin yeniden biçimlendirildiği bu soruşturma ve davalar sürecinde güçlü bir ittifak kurdular. İttifakı sağlayansa, geçmişte bu iki yapıyı karşı karşıya getirmeyi de başarmış olan ordunun kendisiydi. 27 Nisan muhtırasından sonra AKP-Cemaat ortaklığı hayata geçti.

»Düşmanlığın da ortaklığın da nedeni ordu yani?

Aynen öyle. Aslında AKP iktidarını 3 döneme ayırmak gerekiyor. İlk dönem 2002 Kasım seçimlerinden 2007’ye kadar olan süreç. Özden Örnek günlüklerine baktığınızda, bu ilk döneminde askerin iktidarın ortağı olduğunu kabul etmiş bir Erdoğan portresi ile karşı karşıyayız. Askerin siyasetteki ağır gölgesinin bilincinde ve bu nedenle gücünü paylaşmaktan rahatsız olmayan bir Başbakan olduğunu Örnek anlatıyor zaten. 

Ancak 27 Nisan muhtırasıyla işin rengi değişiyor. Hakkını teslim etmek gerek ki o muhtıraya karşı olması gerekeni yaparak dik bir duruş sergiledi hükümet. Ancak iktidarı paylaşıyor olmasına rağmen ordunun hedefinde olmaktan kurtulamayan ve darbe planlarıyla alaşağı edilme tehlikesini gören Erdoğan, yapıtaşları daha önceden Ergenekon sürecinin hayata geçmesi için de, bu sürecin en önemli aktörü olan Cemaati iktidar ortağı yapmayı tercih etti. Zaten kendisine sunulan belge ve bilgilerle bu konunun yargı yoluyla ve büyük oranda denetim altına alınan medyanın susturulmasıyla çözüleceğine ikna olmuştu Erdoğan.

»Cemaat o dönemde polis ve yargıdaki gücünü göstererek Erdoğan’a “ben bu işi çözerim” dedi ve ittifak başladı diyorsun…

Öyle görünüyor. Geçmişte de hedefinde olduğu ordunun geriletilmesi Erdoğan’ın önceliği oldu doğal olarak. Zaten bu kadar sorunlu, kuşkulu ve haksızlıklarla dolu olan bu sürecin en tek kazanımı, ordunun olması gereken sınırın içine çekilmesi oldu. Ama ne acı ki bu, demokratik ve hukuki yöntemlerle değil bizzat ordunun yaptığı gibi kontrgerilla yöntemleri kullanılarak yapıldı. Nedeni de bugün Türkiye’nin otoriter, baskıcı, antidemokratik, diktatörlük gibi sıfatlarla anılıyor olmasıyla ortaya çıktı. 

Buradan yola çıkarak 2007 ile 12 Eylül 2010 arasına kadar geçen süreci de AKP ya da Erdoğan’ın ikinci iktidar dönemi olarak adlandırıyorum. Erdoğan’ın gücüne ortak istemediği, her şeye tek başına karar verip mutlak güç olmak istediği üçüncü iktidar dönemi de 2010 referandumu sonrasında başladı ve günümüze kadar geldi. Resmi olarak 2007 yılından başlayarak hayata geçirilen Ergenekon sürecinde kontrgerilla olma işlevini de Cemaat üstlendi. Daha doğrusu polis ve yargıda örgütlü gücüyle kontrgerilla yöntemlerini uygulayan Cemaatti. 

Bunu da sadece ben değil MİT krizi sonrasında “Devlet içinde devlet olmuşlar” diyerek Başbakan Erdoğan’ın kendisi de söyledi. Ancak bunun siyasal onay makamının da AKP iktidarı, dolayısıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olduğunu göz önünde tutmakta fayda var. Mutabakatın siyasal gücü AKP, sahadaki tetikçi gücü de polis ve yargı teşkilatında örgütlenmiş cemaatin çete kanadı. Ve birinin suçu diğerinden daha az değil. İkisi de suç ortağı.

»Bugünkü savaşın başlangıcı MİT krizi mi?

Aslında öncesinde nüveleri zaman zaman ortaya çıkan bir savaş olmakla beraber MİT krizi meseleyi kamusal alana taşıdı. Öncesinde de dış politika anlayışındaki farklılık nedeniyle öne çıkan Mavi Marmara katliamı ile ilgili Gülen’in İsrail’in cinayetlerini arkaya alan tutumu vardı. Ancak 7 Şubat 2012’de ve sonrasında yaşananların ardında Cemaat’in olduğu, Başbakan Erdoğan ve Beşir Atalay’ın öncelikli hedef olduğu bir sivil darbe girişimiydi. 

Görünen hedefi MİT yöneticileri olmakla birlikte nihai hedef Erdoğan’dı. O MİT’çiler ifadeye gitse kesinlikle tutuklanacaklardı. Ardından da bu dokunulmazlık zırhının kapsamında olmayan bu “suçun” azmettiricileri olan Başbakan ve müzakere sürecinin koordinatörü sıfatıyla Beşir Atalay da tutuklanacaktı. Hükümet bu tehlikeyi görüp tartışmalı birtakım yasal değişikliklerle, polis teşkilatı ve yargı başta olmak üzere devlet bürokrasisi içindeki kritik noktalarda görevli Cemaatçi personel temizliğiyle bu saldırıyı savuşturdu. 

Ama AKP ve Cemaat arasındaki ilişkiyi bir daha tamir edilemeyecek derecede zedeledi bu girişim. Bugün dershaneler üzerinden tartışma konusu edilen savaşın en önemli cephesi MİT’tir. Buradan yola çıkılarak hem MİT’in hem de belirlenen isimlerin hedef alınması tesadüf değil.

»Neden?
En başta yaşananların devlete kimin sahip olacağı savaşı olduğunu söylemiştim. Bunun Cemaat açısından en önemli ayaklarından birisi MİT. Güvenlik bürokrasisini adeta örümcek ağı gibi kuşatmış bir Cemaat örgütlenmesi var. Başta İstihbarat Daire Başkanlığı olmak üzere Emniyet’in en önemli birimleri bir çete gibi çalışan Cemaat’in elinde. Siyasal davaların tek yürütücüsü olan polise göbeğinden bağlı olan yargının vurucu gücü olan faaliyet gösteren Özel Yetkili Mahkemeler de öyle. Ergenekon süreci de kanıtladı ki ordu içinde de ciddi örgütlenmesi olan bir Cemaat’le karşı karşıyayız.

Güvenlik bürokrasisinin son ayağı olan MİT üzerinden bu kadar kavga kopması ise kanımca Cemaat’in orada istediği düzeyde örgütlenemediğinin bir işareti. Eğer o kale de düşerse, bu alanlara egemen olan bir güç zaten Türkiye’nin mutlak iktidarı olur. 7 Şubat darbe girişimiyle bu da ortaya çıktı zaten. MİT’in ve Hakan Fidan’ın hedef olmasının bir başka nedeninin daha olduğunu düşünüyorum.

»Nedir o?

Aslında daha önce de BirGün’de haberleştirmiştik bunu. Taraflarından da hiçbir yalanlama gelmedi ve hafıza tazelemek adına tekrar etmekte sakınca yok. Wikileaks belgelerinin içinde bir kripto var. Kriptoda, isimleri geçen beş kişinin İslami Cihad Birliği adlı bir örgütün üyesi olduğu ve ABD Sivil Hava Sahası için tehlike arz ettiği yazıyor. İsimlerin dördü El Kaide vb radikal dinci örgütlerle bağlantılı olarak isimleri medyaya yansımış zaten. Ama bizi ilgilendiren isim 5’inci. O isim, Hanefi Avcı’nın asılsız suçlamalarla tutuklanmasına neden olan kitabında Cemaat’in Emniyet’ten sorumlu imamı diye adı geçen kişi olan O.H.Ö. Kriptoda bu bilginin kaynağı olarak da “yıllardır doğru bilgiler aldığımız Emniyet’teki üst düzey bir bürokrat” diyor. 

İddia edilen o ki Ö.H.O. Cemaat’in arşivlerini taşıdığı ABD’de havalimanında FBI tarafından gözaltına alınıyor. Ele geçirilen arşivler de ilgili birimler üzerinden Başbakanlığa ulaştırılıyor. Erdoğan’ın talimatıyla Hakan Fidan da bu arşivlerden yola çıkarak Cemaat’le ilgili bir rapor hazırlıyor. Ardından da devlet bürokrasisi içinde ciddi bir Cemaatçi kadro temizliği başlatılıyor.Fidan’ın konuşmalarının bulunduğu ses kayıtlarının sızdırılmasının bu iddiayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu iddialar doğruysa sanırım hükümetin elinde Türkiye tarihinin en büyük örgüt davasını açacak bir arşiv bulunuyor.

»Yani Emniyet’te “eski imam yeni imam” kavgası mı var?

Cemaat içinde de bir kavga var ama bence bu dediğin gibi değil. Cemaat’in içinde sivil ve militarist iki kanadın kavgası var. Cemaat bir takım hukuksuzlukların kaynağı olarak anıldığında ve kendini savunamaz noktaya geldiğinde hep aynı yalana sığınıyor. Böylesine büyük bir camianın içine kontrgerilla unsurları ya da ajanlar sızmış olabileceği savunmasını yapıyorlar. Ama bizler kontrgerilla derken, Ergenekon süreci denilen siyasal davalar zinciri içinde yer almış unsurlardan bahsediyoruz. 

Cemaat’in medya organları da en bilinen kalemşorları da hep bu kontrgerilla faaliyetlerini savunageldiler. Ardında polisin ve yargının olduğu her türlü adaletsizlik ve hukuksuzlukta her zaman polisin ve yargının yanında saf tutup infaz gerçekleştiren cellatların rolünü üstlendiler. Bu hukuksuzlukların yanında duruyorsanız siz de kontrgerilla ya da ajansınız o halde. Öte yandan artık cemaatin de yekpare bir yapı olduğunu düşünmüyorum.

Şu anda rekabet ettiği bir güç odağı olan AKP ile savaştalar ve bir arada duruyor görünüyorlar o kadar. Ama özellikle, artık daha yaşlı ve giderek sağlık sorunları artan Fethullah Gülen sonrasında Cemaatnin ne olacağı kavgası olarak da okuyabiliriz yaşananları. Çünkü neo-liberalizmi tüm hücrelerine kadar özümsemiş, parasal değerini kimsenin bilmediği ama devasa diye anılan bir finansal güce sahip bir holding oldu Cemaat. Ve bu paraya kimin sahip olacağı da nasıl bölüşüleceği de koca bir soru işareti.

»Madem bu kadar büyük ve birçok cephesi olan bir savaş var, Cemaat neden dershaneler üzerinden hükümetle çatışmaya girdi?


Bu meselenin tartışılıyor olmasının tek iyi yanı ülkenin eğitimdeki kalitesizliğinin, rezilliğinin, sistemin pespayeliğinin ortaya çıkmış olması. Dershaneler bir neden değil sonuç. Ve öğrenciler dolayısıyla aileler eğitim sisteminin kanserli uru diyebileceğimiz dershanelere mahkûm. Cemaat de bunu bildiği için sınava bağımlı bir eğitim öğrenim sisteminin içinde dershaneler gibi herkesin hassasiyet gösterebileceği bir konuda kendini kolaylıkla mazlum gösterebileceği alanı tartışmaya açtı. Ancak konunun çatışan taraflarından ikisinin argümanları da yalan.

Mesele ne eğitimde yaratılan fırsat eşitliği ne de dershanelerin bir kene gibi halkın kanını emmesi. Sorun 3-5 dershane meselesi değil. Siyasi. Devlet erkinin paylaşılması meselesi. Öte yandan dershaneler Cemaat için ciddi bir finans ve insan kaynağı. Yıllık 4 milyar liranın üzerinde bir ciroyu barındıran sektörün yüzde 25’inin Cemaat’in elinde olduğu yazıldı. Ki bu paraya sınava hazırlık kitapları ve dershaneler içinde oluşturulan daha pahalı özel sınıflar üzerinden dönen parayı da eklediğinizde devasa bir bütçe çıkıyor karşımıza.

1 milyondan fazla öğrencinin de bu sistemin içinde olduğunu düşününce işin insan kaynağı da ortaya dökülmüş oluyor. Bana kalırsa AKP hükümeti dershanelerdeki Cemaat ağırlığını ki bunun içine okullar, yurtlar ve Işık Evleri denilen öğrenci evlerini de kattığımızda ortaya çıkan tabloyu bir milli güvenlik meselesi olarak ele aldı. O milli güvenlik meselesinin içinde AKP ve Erdoğan’ın siyasi geleceği de önemli bir yer tuttuğu için dershaneleri kapatmakta bu kadar kararlı görünüyor. İlginçtir, bu konuda Erdoğan hükümetine danışmanlık yapan isim de eski bir Cemaatçi.

»Kim o?

Cemaatçi oldukları dile getirilen isimlere ait internet sitelerinde bu isim telaffuz edildi ama biz rumuzla verelim: K.Ö. Emniyetin eski imamı olarak bilinen ve hatta Fethullah Gülen hakkında açılan davaların birinde de sanık olarak yer alan bu kişinin adını ilk yazan kişi de Önder Aytaç oldu. Nurettin Veren’den sonra ikinci itirafçı olarak anılıyor. Aytaç ve cemaatin diğer tetikçi kalemlerinin iddiasına göre Hakan Fidan koordinasyonunda yürütülen savaşta danışmanlık hizmeti verdiği söyleniyor. 

Dershanelerin kapatılmasını öneren K.Ö’nün okullar üzerinden ortaya çıkan Cemaat tehlikesinin ne olduğuna dair kapsamlı bir rapor yazdığı da iddialar arasında. Merak ediyorum acaba o raporlarda neler yazıldı, neler söylendi ki dershaneler ya da Cemaat bir milli güvenlik meselesi haline geldi? Bana kalırsa ve ortaya çıktığı üzere Cemaat eğitim yoluyla devlet bürokrasisini ele geçirerek devleti dönüştürmek peşinde. Yani konu üç beş dershane meselesi değil yüzeydeki ve derindeki devlet aygıtına kimin sahip olacağı meselesi.


»AKP-Cemaat savaşından kim galip çıkar?

Bu savaş gerçekten karşısındakini yok etmeye dönük olursa kazananı olmayacak bir savaş. Deyim yerindeyse “nükleer savaş” olur. Çünkü iki tarafın da elinde kanımca birbirini yok edecek etkide belge ve bilgi var. Öte yandan iki güç odağı da Ergenekon süreci dediğimiz darbe döneminin suç ortakları. Bu süreç soruşturma konusu olursa bu dönemin aktörlerinin cezaevindekilerle yer değiştirmesi kuvvetle muhtemel. 

Birbirlerinin gücünü olabildiğince tırpanlamaya çalışıp belli bir noktada mutabakat sağlayacaklardır. Cemaat açısından istenilen plan Erdoğan’sız bir AKP hükümeti. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı imzasıyla açıklanan 13 Ağustos bildirisine baktığımızda açık bir savaş ilanı görüyoruz. 

Cemaat gibi bugüne kadar hiçbir güç odağını karşısına almamış pragmatik bir oluşum, yakın dönem Türkiye siyasetinin en güçlü hareketine ve liderine savaş ilan edebilecek cesaretini gösterdi. ABD ve AB ülkeleri nezdinde de Erdoğan’ın yalnız kalmasıyla sonuçlanan Gezi direnişleri sonrasına denk gelmesi açısından zamanlaması doğru seçilmiş elbette. Ama burada önemli soru Cemaat’in kime ve neye güvenerek savaş ilan edebildiği. 

Bu savaş mevcut yetkileri üzerinden Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına ikna edilip, yerine de “ılımlı bir zalimin” oturtulması şeklinde bir anlaşmayla da sonuçlanabilir. Ancak Erdoğan gibi hikmetinden sual edilmesini istemeyen ve içindeki diktatör özlemi bunca açığa çıkmış bir lider savaşa devam etmeyi de göze alabilir. Benim dileğim ikinci seçeneği tercih etmesi. Ama bu savaşta taraf tutmamanın en erdemli tutum olduğunu düşünüyorum. Çünkü taraflar ne demokrasi ne de barış niyetiyle cephedeler. İkisi de mutlak iktidarın peşinde.


‘Yetmez ama evet’ pespayeliğinin müsebbibleri özeleştiri bile vermedi

12 Eylül referandumu, 2007’den başlayarak devam eden zulüm düzeninin nirengi noktasıdır. Referanduma karşı çıkanlara, “faşist, militarist, darbe yanlısı, demokrasi karşıtı” gibi iftiralar atmaya kadar vardıran “Yetmez ama evet” pespayeliğinin müsebbibleri özeleştiri vermek bir yana hata yaptıklarını bile düşünmüyorlar. Ya da bu hatayı dile getirmekten kaçınıyorlar. 12 Eylül cuntasının yargılanacağına dair o ufacık umudu, oradan bir tırnak bile olsa koparma isteğini anlayabiliyorum ama sürecin bu hale geleceği de çok belliydi. Siyaset hata yapma riskinin en yüksek olduğu alanlardan biri ama önemli olan hatayla yüzleşip yüzleşememek. Hâlâ o dönemki yanlış tercihlerini savunuyor olmak, bu kişileri zulüm düzeninin suç ortağı yapıyor.

23 Aralık 2013 Pazartesi

Sırrı Süreyya Önder Maraş Katliamı'nı yazdı

http://www.ensonhaber.com/sirri-sureyya-onder-maras-katliamini-yazdi-2011-12-26.html

MARAŞ BİBERİ

Denir ki Hz. İbrahim, devrin kralı Nemrut'un putlarını kırarak insanları Allah'ın varlığına inanmaya davet edince, iktidarı sarsılan Nemrut öfkelenir ve Hz. İbrahim'in ateşe atılmasını emreder. Bu zaman zarfında evlerde ateş yakılmayacaktır, yasaklanmıştır. Bütün odunlar İbrahim'in ateşini harlamak üzere toplanır.
O günler, "Urfa dağlarında gezer bir ceylan" günleridir. Bir zalim avcı, avladığı ceylanı pişirmesi için karısına verdiğinde hiç odun kalmadığı cevabını alır. Avcı çare bulmasını istediğinde, kadın ceylanın yağsız bir parça etini önce bir taşın üzerinde döver. Sonra da kırmızı biber, bulgur ve tuzla yoğurur. Bu gün etsiz olarak her köşe başında fast-food versiyonunu gördüğünüz çiğköftenin ortaya çıkışı böyle olmuştur.
Urfa'nın çiğköftesine Maraş'ın biberini karıştırmak Urfalılar tarafından Sarkozy muamelesi görmenize yol açabilir. Onların 'isot'u varken Maraş'ın biberini duymaya tahammül edemezler. Üstelik haklıdırlar. Arayı şöyle bulabiliriz: Yine denir ki ilk tarım Maraş'ın Afşin ilçesinde yapılmıştır. Kentin kadim ismi Arabissos'tur ve Roma İmparatorluğu'nun, Gordianus (234-238) devrinde Urfa'dan göçen Arap aşiretleri tarafından iskân edilmiştir. [Irfan Shahîd, Byzantium and the Arabs in the Fifth Century, Dumbarton Oaks 1989]

MARAŞ'IN KÖY İSİMLERİ

Afşin, atalarımız Orta Asya'da at koştururken imparator Justinianus tarafından oluşturulan Üçüncü Armenia eyaletinin de yönetim merkezlerinden biridir. Hadi celadetli okurun kalbi kırılmasın "sözde" Armenia eyaleti diyelim. Milli tarih şuurumuza uygun davranmış olalım.
Halkımız beraber ve solo olarak Fransız parlamentosunu döverken araya gitmeyelim. Milli birlik ve beraberlik ruhuna en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, Meykir, Hunu, Norşun, Arıstıl, Maravuz gibi Maraş'ın köy isimlerinin etimolojik kökenini siz de sormayın, ben de söylemeyeyim.
Maraş'ın başta ticaret ve sanayi odası olmak üzere bütün "sivil" toplum örgütleri ezelden beri biberi Maraş iline tescil ettirme mücadelesi verirlermiş. Nihayet 2002 yılında başarmışlar. Artık Maraş Biberi Maraş iline tescilli. Sanayi ve Ticaret Odası kriterlere uyan bibercilere sertifika ve logo kullanım hakkı veriyor.

DELİ PARALAR DEVRİ

Maraş katliamını günlerdir her açıdan dinlediniz. Katliamın ekonomik-sınıfsal arka planına değinen pek olmadı. 70'li yıllar, tarımda destekleme politikalarının uygulandığı yıllardı. Misal Demirel, buğday ya da pamuğa 10 lira taban fiyat verirdi, Ecevit bunu 15 liraya çıkaracağını ilan ederdi. Demirel, 20'den aşağısının yetmeyeceğini, mazotun litresi ile buğdayın kilosunu karşılaştırarak anlatırdı.
İşte tarım üreticisinin eline "deli" paralar geçmesi biraz bu yüzdendi. Anadolu'da Alevi nüfus, tarih hafızasından dolayı kuş uçmaz kervan geçmez, Yavuz uğramaz yerlere yerleşmiştir. Gezin Anadolu'yu, genellikle Alevi dağda Sünni ovada yerleşiktir. Maraş bunun istisna olduğu birkaç yerden birisidir. Alevi nüfus, ağırlıklı olarak bereketli ovalarda yaşar.
Tarım destekleme politikası ile zenginleşen Maraş ve civarındaki Aleviler Maraş merkeze göçerek "yüzük taşı" misali yerlere talip olmuşlar ve almışlardı. Kent içi ekonomik etkinlik Alevilere geçmiş, Sünni halkın elindeki para da dönemin enflasyonist karakteri gereği süratle pul olmuştu.
ABD görevlisi Alexander Peck de katliam öncesi kenti gezerken şu tezi işlemiştir:"Yakında Aleviler size yiyecek ekmek bile vermeyecekler!"
Dönemin sağcı işadamlarının ve parti başkanlarının yaptıkları toplantılarda neler konuşulduğunu anlatacak bir vicdan ortaya çıkarsa bu bilgiler kapı arkası fısıltılar olmaktan çıkıp aleniyet kazanacaktır.
Aleviler kent içinde görünür ve etkin olunca sosyal hayata da dahil olmuşlardı. Mesela içkili lokantalara aileleri ile birlikte gitmeye başlamışlardı. Eh bu kadar bileşen bir araya gelince geriye bir tek şey kalıyordu; birinin çıkıp "kalkın ey
ehl-i İslam, din elden gidiyor!" 
diye bağırması... Bu işlevi, sosyalist sistemde "Allahsızlığı yayma kürsüsü" olduğunu savlayan ve kadınların bütün parti üyeleri ile sevişip gayriresmi evlilikten çocuk doğurmaları halinde daha fazla ikramiye alacaklarını müjdeleyen "Güneş ne zaman doğacak" gibi "muhteşem" bir film de görebilirdi pekâlâ.

ECEVİT'İN DİRENCİNİN KIRILMASI İÇİN KATLİAM ŞARTTI

Katliam, ABD'nin o günkü nizamat politikasını ancak askeri diktatörlükler eliyle uygulatabilmesi gerçeğine giden yolda Ecevit'in gösterdiği direncin kırılması ve ülkede sıkıyönetim-darbe döngüsünü hazırlaması için şarttı.
Bu plan "gümüş ya da altın hilal" olarak adlandırılan bütün kentlerde değişik versiyonlarla uygulamaya konuldu. Maraş, Sivas, Çorum ve Malatya'da tuttu. Maraş bunların içerisinde en vahşi Kontr-gerilla operasyonlarından birisidir.
Dünya tarihinde, hangi figür damgasını vurursa vursun, bütün katliamların, soykırımların arkasında, mutlaka bir "servet transferi" olgusu vardır. Dolayısıyla işin içinde bir "tapu davası" araştırmayan bütün bakışlar eksik kalmaya mahkûmdur. Bu ülkede bir tarihçi, işgal ve kurtuluş savaşı arasında geçen sürenin uzunluğunu ve ne hikmetse tehcirden dönen Ermenilerin gelmesiyle hızlanan, neredeyse patlayan kurtuluş hikayelerimizi bir de bu gözle anlatsa da dinlesek...
Maraş'ın filmini çekmek için binlerce sayfa belge, bilgi, tanıklık okudum, dinledim.
Beni en çok etkileyenlerden birini paylaşmak isterim.

KOMŞULAR, BİZ ŞİMDİ PERDELERİ KAPATACAĞIZ

Serin ailesi, katliam sırasında Maraş tren garından güçlükle bulunan bir trenle şehir dışındaki Alevi köylerine gidip canlarını kurtarır. Katliam sonrası evlerine döndüklerinde bütün eşyalarının yağmalandığını görürler. Sünni bir komşuları, yağmalamayı, komşuların yaptığını fısıldar.
Serin ailesinin annesi sokağın ortasına çıkar ve onlarla bugüne kadar sürdürdükleri komşuluğu anlatarak şöyle seslenir.
"Komşular! Biz şimdi bütün aile evimize girip perdelerimizi kapatacağız. Bizden yağmaladığınız eşyalarımızı bahçemize bırakın."
Sabah evin avlusu yağmalanmış mallarla doludur. Aile kendilerine ait olanları alır. Bir traktöre yükler. Kenti terk edeceklerdir. Bırakılan eşyalarda kendilerine ait olmayanlar da vardır. Aile o eşyaları sokağa çıkarıp üzerine şöyle bir not bırakır.
"Bu eşyalar yağmaladığınız diğer ailelere aittir. İmanınız ve vicdanınız varsa bunları da gerçek sahiplerine verin."
Ve doğdukları yerden, bizzat komşuları tarafından öldürülmeyecekleri, talana uğramayacakları bir başka diyara doğru giderler. Geride bıraktıkları evlerini yok pahasına sattıklarını da bir çocuk bile tahmin edebilir.
Kahramanmaraş Sanayi ve Ticaret Odası geçen muharrem ayında bir kardeşlik iftarı verdi. Şu linkteki videoda (http://www.kmtso.org.tr/video_galeri.php?menuID=108)TRT iftarı naklen veriyor. Muharrem orucunun böyle bir iftar açma geleneği olmadığı saçmalığını bir yana bırakarak spikere kulak verebiliriz.

BİLİN Kİ DIŞ MİHRAKLARDIR

Spiker bütün erkâna aynı gayretkeşlikle şu tespiti yapıyor:
"Bütün Maraş burada.. Eğer Maraş'la ilgili bundan sonra olumsuz bir haber kamuya yansırsa, bilinsin ki bu dış mihrakların işidir öyle değil mi?"
Bu saçma tespite oda başkanı dahil olmak üzere herkes katılıyor. Spiker aynı tespiti Alevi Federasyonu Başkanı Selahattin Özen'e de yaptığında "gurk" ettirten bir cevap alıyor. Özen: "İç mihrak, dış mihrak her neyse bunlardan bir kez bile Aleviler galeyana gelmiyor. Sünnilerin buna engel olması lazım." Spikerin tespiti kendisiyle sınırlı değil. Aynı ilin valisi de anma törenlerini hukuksuz olarak engellemesini "geçmişi hatırlamak istemiyoruz" gerekçesiyle açıklıyor.
Ah birisi çıkıp unutmanın yolunun ancak yüzleşmekle mümkün olduğunu bunlara tane tane anlatsa...
Ah birisi, hem de Alevi olmayan bir kent sakini çıksa, bu kentte 36 saat içinde yarısından fazlası 13 yaşın altında yüzlerce insan öldürüldü. Gelin toplu olarak gidenlere bir dua, yapanlara bir ah edelim diye haykırsa.
Ticaret Odası, Maraş'ın biberine gösterdiği vefanın birazını da karnında bebeği ile öldürüldükten sonra eti bir çiğköfte misali ezilen gelini, iftarla değil, mahcup ve sessiz bir yasla hatırlamak ve unutturmamak gerektiğini kavrasa. O vali ve benzerleri bir yas evine müstahdem yapılsa.
Odanın iftarında sofraya bıçak konulmamış. Muharrem orucunu açarken zorunlu bir ritüeldir bu. Su da konulmaz. Sebebi Kerbela masumlarının bedenlerine Muaviye zihniyetinin açtığı yaraları hatırlamaktır. Sofraya konulmayan bıçak 33 yıldır Alevilerin böğründe saplı durmaktadır. 33 yıldır bu yaradan kan akıp durmaktadır. "Hatırlamak istemiyoruz" zevzekliği bu hançeri kanırtıp durmaktadır.
Utanmak yalnız kendi yaptıklarımızla ilgili bir eylem değildir. Bazen yapmadıklarımız da utandırır bizi.
Bütün Maraş bu hançerden utanmadıkça, bu yara şifa bulmayacaktır.